İlk Saatler

Selanik’e ayak bastığım ilk anda havaalanı, oranın İstanbul gibi metropol bir şehir olmadığını bana gösteriyordu. Son derece küçük, bakımsız ve kargaşasızdı. Kargaşanın olmamasını olumsuz kategorisine sokuyorum çünkü kargaşa büyükşehiri temsil eden bir kelime. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra şehir merkezine doğru beni almaya gelen Doruk ile birlikte ilerledik. İlk kez uzun süreli yaşamak üzere bir ülkeye gitmiştim. O an gördüğünüz her şey insana çok farklı duygular veriyor.

Öneri: Yazıyı okurken bu müziği dinlemeniz önerilir.

Durakların çoğunun yıkık dökük ve üzerlerinde yazılar olması iki şey akla getiriyordu. Ülkede meydana gelen krizin hiçbir şeyi onaramayacak halde olması veya evvelden beri öyle olan durak gibi yararsız materyallerin çok fazla önemsenmediği bir ülke. İkincisini şunun için diyorum; insanlar o durakların önünde beklerken veya yürüyüp geçerken çok mutlu ve keyifli sohbetler ediyorlar. Doruk, yolculuğumuz boyunca bana sürekli Selanik yaşamımda yararlı olacak bilgileri aktarıyordu. Hangi otobüsün nereye gittiğini, hangi biletlerin nasıl geçerli olduğunu, alışverişimizi nereden daha ucuza yapacağımıza kadar birçok şey söyledi. Surların yanından kaleye çıkan uzun yokuşu eskimeye yüz tutmuş, bizim Anadolu illerinde kullanılan otobüs ile çıktık. İnip arkama baktığımda, bütün yıkık dökük durak ve sokakları unutturacak güzellikteki manzarayı gördüm. Daha da ilerisinde Yunanistan’ın ikinci büyük dağı olan Olimpos dağının silüeti vardı. Havanın açık olduğu günlerde kendisini de görmek mümkünmüş.

selanik

Otobüsün bizi bıraktığı yerden eve ulaşmak için biraz daha yokuş çıkmak gerekiyordu. Bu yokuş bana Heybeliada’yı hatırlatmıştı. Yokuşu çıkarken bir yandan arkamdaki manzarayı seyrediyor bir yandan da 10 ay boyunca bu yokuşu nasıl çıkacağımı düşünüyordum. Çünkü Doruk, saat 23.00′ dan sonra otobüsün olmadığını ve yürüyerek eve gitmemiz gerektiğini söylemişti. E malum Yunanistan’da 23.00′ da eve girmek olmaz. Bu düşüncelerim 7 numaralı Konitsis apartmanını görünce bir süreliğine rafa kalkmıştı.

selanik

Doruk ile biz aynı apartmanda fakat ayrı dairelerde yaşayacaktık. Doruk beni kendi yaşayacağım daireye götürdüğünde, beni 2 İspanyol arkadaş karşıladı. Yeni biri gelmeden ev toplanır temizlenirmiş, onlar da öyle yapmış ev sanki ilk kez kullanılıyor gibiydi. Tanışma faslından sonra, yeni oda arkadaşım olacak Diego, bana evi gezdiriyordu. Benden sonra gelen gönüllülere sanki ben yapmışım gibi sevinerek gösterdiğim balkonu bu defa Doruk bana göstermek için sabırsızlıkla bekliyordu. Diego gerekli yerleri anlattıktan sonra Doruk, ‘balkona bak, bizim en çok zaman geçirdiğimiz yer’ dedi, ayni dairede yaşamamamıza rağmen. İstanbul’da o manzaraya verecek kira parasını bulmayı bırakın öyle bir daireyi bulamazsınız. Hayatım boyunca denize komşu olan semtlerde ve illerde yaşamıştım. Doğup büyüdüğüm Zeytinburnu’nda yaşarken ve yazları köye gittiğimde sahil kıyısında kaldığım için her yerde deniz var sanıyordum taa ki Ümraniye’ye dayımlara gidene dek. Her gün sahile gitmesek bile onun oradaki varlığı insana her an gidebilecek bir yer hissi veriyordu. Balkondaki manzarayı müthiş kılan, şehir görüntüsü hariç üç öge vardı. Şehri korumak için yapılmış kalenin denize dek inen surları, deniz ve Olimpos dağı. Öyle bilmem ne kadarlık Fransız balkonu da değil. Bildiğin keyif balkonu ayni Türkiye’deki eski evlerde olandan. Evin temiz olmasına balkon manzarası da eklenince kendi kendime ‘burada zaman güzel geçecek’ dedim.

Sen ne dersin bu yazıya?